'Yosemite' ismini ilk,
Bugs Bunny'nin kısa boylu, bahtsız, asabi, kızıl sakallı düşmanı
Yosemite Sam ile duyduğumda daha çocuktum.
Coyote'den sonra en çok üzüldüğüm, acıdığım kötü karakterdi Yosemite Sam. Adını aldığı parkı hep merak eder, içinde kendisi gibi kovboyların yaşadığını hayal ederdim. Bu yüzden de Yellowstone'dan sonra en çok görmek istediğim parklardan biriydi
Yosemite Ulusal Parkı.
Oakland'dan sabah erkenden yola çıkıp önce geceyi geçireceğimiz Coulterville'deki otele Sid'i ve çantaları bırakacak, oradan da parka hareket edecektik. Öyle de yaptık. Fakat Coulterville ve kaldığımız otel bizi öylesine şaşırttı ki -buna yarın değinirim- yolun ikinci kısmına çıkmak için biraz geç kaldık. Üstüne bir de Yosemite yolu epey virajlı çıkıp da yavaş sürmek zorunda kalınca parkı gezmeye ayırdığımız vaktin çoğu yola gitmiş oldu.
Ünlü Amerikalı doğa bilimci John Muir'in uzun uğraşlar sonucu ulusal park olarak tescil ettirmeyi başarıp insanlığa armağan ettiği Yosemite Ulusal Parkı ilk defa 1851'de bir grup beyaz asker tarafından keşfedilmiş. Görevleri Yerlileri yerinden yurdundan etmek olan bu askerler kayaları, şelaleleri, vadileriyle büyüleyen bu parka, Yerlilerle aralarında geçen diyaloğa dayanarak kabilenin adının 'Yosemite' olduğu çıkarımında bulunup bu adı vermişler. Vadilerinden kovulan bu Yerlilerin aslında Ahwahneechee'ler olduğu ve Ahwahneechee dilinde y
osemite'nin 'katil, korkulacak insan' anlamlarına geldiği çok sonra anlaşılmış. Diyaloğun içeriği az çok anlaşılıyor bu hikayeden.
Parka girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken kalabalık oldu. Ne yana başımızı çevirsek insan doluydu. Bunda yaz dönemi olmasının yanı sıra parkın Kaliforniya sınırları içinde yer alması da etkili sanıyorum. Önce boş bir piknik masası bulup ne zamandır boş olan midelerimize birer sandviç gönderdik sonra da Yosemite'nin en güzel şelalelerinden
Bridalveil'e gittik. Yerliler 188 metre yükseklikten dökülen bu şelalenin buğusunu içine çekenlerin evleneceklerine inanırmış. Biz zaten evli olduğumuz için bu miti test etme şansımız yok.
 |
Bridalveil Falls |
Ardından Vernal Şelalesi'ni görmek için
Mist Trail patikasını tırmandık. Son derece dik olan bu patikada ara ara mola verip Yosemite Vadisi'nin nefes kesen manzarasını seyrettik. Şelaleye vardıktan sonra vaktimiz giderek azaldığı için John Muir patikasına devam etmeyip buradan geri döndük.
 |
Happy Isles |
 |
Mist Trail'den Yosemite Vadisi |
 |
Vernal Falls |
 |
Mist Trail'de Yosemite'nin kayalıkları |
Hava kararmaya başladığında, geldiğimiz yolun ne kadar zikzaklı olduğunu da hesap ederek, ziyaretimizin sonuna geldiğimizi anladık. Bu da Mirror Lake'i, El Capitan'ı, Half Dome'u, Glacier Point'i göremeden Yosemite'ye veda etmemiz gerektiği anlamına geliyordu. Akşamla birlikte insanlar kamp alanlarında mangallarını yakmış, portatif televizyonlarının karşısına kurulmaya başlamışlardı. Daha erken gelemediğimize üzülüp son bir çabayla Yosemite Şelalesi'ni de görerek parka buruk bir şekilde veda ettik ve dönüş yoluna girdik. Fakat kararan havayla birlikte anladık ki farlarımız çalışmıyor. Parkın içinde uzunları açmak da karşı yönden gelenleri rahatsız ettiğinden sis lambalarıyla idare etmeye çalıştık. Zifirî karanlıkta GPS'in de azizliğine uğrayarak onlarca mili yanlış gittiğimizi anladığımızda saat gece yarısını vurmak üzereydi. Ara ara uzunları açıp yavaş yavaş ve karşımıza çıkacak her türlü hayvanata karşı temkinli bir şekilde giderek oldukça geç bir saatte yorgunluktan bitap bir vaziyette otele ulaştık. İki gece önceki Oakland Köprüsü maceramızın kendi hatamızdan değil far arızasından kaynakladığını da böylece anlamış olduk.
 |
Merced Nehri |
Bu yorgunluğun üstüne yatmadan önce bir iki biranın iyi gideceğini düşünüp o anda Coulterville'de açık olan tek bara girdik. Barda müşteri olan bir kişi, bir de orta yaşın üzeri bir barmen vardı. Birer bira söyleyip barmenin ikramı yer fıstıklarını kabuklarını bir tabağa toplayarak iştahla bitirdik. Tabağı boşaltmak için çöp kutusu gibi bir şey aradığımızı anlayan barmenin tabağı elimizden alıp "Biz burada böyle yaparız" diyerek kabukları yere atmasıyla neredeyse sabahı edecek bir sohbete başladık. Televizyonda başrollerini Jeremy Irons ve Viggo Mortensen'in oynadığı bir western [
Appaloosa] vardı. Gecenin o saati filmler ve silahlar hakkında konuşurken barmen hayatını, geçmişteki uyuşturucu bağımlılığını, yolculuklarını, Coulterville'i, kaldığımız tarihi otelin hikayesini anlatmaya başladı. Karşımızda
Easy Rider'ı bizzat yaşamış bir insan vardı. Karşılıklı anılarımızı paylaştığımız sohbetin bir yerinde konu ABD-Türkiye ilişkilerine geldiğinde, bu görmüş geçirmiş barmenimizin diğer Ortadoğu ülkeleri içinde Türkiye'yi 'iyi bir müttefik' olduğu için sevip de Türkiye'de elektrik ve McDonalds olmasına şaşırmasına gülüp geçtik. Memlekette o hep bahsi geçen "yurtdışında zedelenen itibar"a konu olan "itibar"ın zaten olmadığını artık biliyorduk. Uzun ve keyifli bir sohbetin ardından dükkanı kapatacak olan barmenle vedalaşıp perili otelimize döndük. Ha, onu da yarın anlatacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder