Pages

30 Haziran 2012

Kaliforniya Sahilleri

Point Pinos Deniz Feneri - Monterey
Monterey'den ayrılırken kapalı olan hava Carmel'e vardığımızda sıcacık ve günlük güneşlikti. Monterey Yarımadası'nın güneyinde yer alan Carmel cennet gibi plajıyla muhteşem bir sahil kasabası. Sadece deniz, kum, güneş yok burada, aynı zamanda sanatsever bir kasaba Carmel. Sokaklarını sayısız sanat galerileri ve harika tasarımlı evler süslüyor. Kurulduğu yıllarda belediye meclisi sanatçılardan oluşuyormuş. Bir dönem belediye başkanlığını Clint Eastwood yapmış. Sanat ve doğanın harikulade uyumuyla cenneten bir köşe Carmel.

Sahile inen yol tıklım tıklımdı. Arabamızı bırakacak bir park yeri bulabildiğimizde çok şanslıydık. Kendimizi hemen bembeyaz kumsala atıp güneşin tadını çıkardık. Su çivi gibi olmasa okyanusun da tadını çıkaracaktık. Tekrar yola koyulmadan önce Carmel'i Katolikler için önemli bir merkez haline getiren, 1770 yılından kalma İspanyol misyoner kilisesini de görmek istiyorduk. Fakat o kadar tur atmamıza rağmen çevrede bir tane bile boş park yeri bulamadığımızdan devam etmek zorunda kaldık.

Carmel Beach
Carmel'in ardından Kaliforniya sahil şeridinde kâh hayran hayran kâh yanımızda biten uçurumlar nedeniyle dehşet içinde güneye doğru inerken Big Sur beldesinin simgesi Bixby Köprüsü'ne geldik. Herkes gibi biz de durup fotoğrafladıktan sonra adrenalinimiz tavan yapmış olarak 85 metre yükseklikten uçsuz bucaksız okyanusa bakan bu köprüyü geçtik ve böylece 'ölmeden önce yapılacaklar' listemizdeki bir kalemin daha üstünü çizmiş olduk.

Kaliforniya sahili
Sisler içinde Pasifik Okyanusu
Big Sur'ün simgesi Bixby Bridge
Yol üzerinde birikmiş arabalar gördüğümüzde "burada kesin görmeye değer güzel bir şeyler var" deyip durduğumuz yerlerden birinde, San Simeon yakınlarında, sahili boylu boyunca kaplamış hayvanların, artık aşinası olduğumuz deniz aslanları veya foklar olduğunu sanmıştık önce. Yaklaşınca, Pasifik'in en komik suratlı memelilerinden deniz filleri olduklarını gördük. Bağrışmalardan ve kavgalardan çiftleşme mevsiminde oldukları belliydi. Bir süre erkekler arasındaki kanlı savaşlara tanıklık ettikten sonra yolumuza devam ettik.

Kaliforniya sahili
Sahil yolu
- Bu sahile iki erkek fazla
- Kavganız bitince uyandırın
Highway 1 üzerinde okyanus manzarasının keyfini çıkararak ve ufak, şirin sahil kasabalarında kısa molalar vererek geçirdiğimiz dopdolu bir günün ardından yolculuğumuzu akşam Pismo Beach sahilinde okyanusa karşı terasında oturduğumuz bir restoranda koca bir tabak deniz ürünü ve buz gibi birer birayla taçlandırıp geceyi geçirmek üzere Lompoc'a hareket ettik.

1875 yılında yapılmış iskelesinden Cayucos
Cayucos merkez
Pismo Beach sahili ve iskelesi
Pismo Beach sahili

29 Haziran 2012

Coulterville'deki Perili Otel ve Monterey

Yolculuğumuzda rotamız ana hatlarıyla belli olsa da kalacak yer rezervasyonlarını yoldayken detaylı bir rota oluşturduktan sonra yapıyorum. Coulterville'de konakladığımız 1850 yılından kalma tarihi Hotel Jeffery'yi de Yosemite Ulusal Parkı'na görece yakınlığı ve şansımıza evcil hayvan kabul ettiği için tercih etmiştim. Zaten çevrede konaklayacak başka bir yer de görünmüyordu. Fakat otelin bir özelliği vardı: periliydi. Otelde 17 tane hayalet dolaşıyormuş. Daha önce konaklamış olanlar hayaletleri gördüklerine, birilerinin uyurken kendilerini boğmaya çalıştığına, koridorlarda ağlama sesleri duyduklarına, gecenin bir vakti üstlerindeki yorganların çekildiğine, hayvanıyla gelenlerin hayvanlarına bir haller olduğuna yeminler ediyorlar. 1800'lü yıllarda bir sabah kendini tavana asarak intihar etmiş olarak bulunan bir kadının kaldığı 22 no'lu oda en meşhuru. Hatta bu odanın fiyatı diğerlerine göre daha ucuzdu şansını denemek isteyen olursa diye. İn, cin, peri gibi şeylerle dalga geçen bir insan olsam da belki otelin itibarını korumak için o odada kalanlara kasıtlı bir numara yapıyorlardır diye düşünüp [evet öyle düşündüm] 16 no'lu odayı ayırttım.

Otelde kalan pek kimse yoktu. Yürüdükçe parkeleri gacırdayan, oldukça eski, müzevari bir oteldi. Döşemeler, mobilyalar antikaydı. Zamanda 150 yıl geri gitmiş gibiydik. Otelin koridorlarında, yemek salonunda salınan kabarık elbiseli hanımları, fraklı beyleri gözümde canlandırabiliyordum. Açıkçası tarihi dokusuna duyduğumuz hayranlık dışında otelde kaldığımız süre içinde bize bir şey olmadı. Odada banyo olmamasından dolayı koridorun sonunda, 22 no'lu odanın bitişiğindeki banyoyu kullanmak için yaptığımız seferlerde de bir şey görmedik. Sid de rahatsız olmuşa benzemiyordu. Hatta dün biz Yosemite'deyken bütün gün yalnız kalmış olmasına rağmen döndüğümüzde bir gariplik görmedik kendisinde. Zaten bu Amerikalıların paranormal itikadını anlamış değilim. Hep o Uzakdoğu filmlerinden oluyor bunlar.

Bizim 16 no'lu oda
Oteldeki koridorlardan biri
Bu da işte o hayaletli oda
Her konaklayan ülkesini işaretlemiş biz de geri kalmayalım dedik
Kimler gelmiş, kimler geçmiş
Otelin lobisi
Oteldeki saloon
Saloon'daki 'tarihten izler' köşesi
Bilge otel görevlisinin yardımıyla ulaştığı bir araba tamircisine farları gösterirken ben de Coulterville'i gezdim. Amerikalıların böyle küçük, ıssız, ücra, özellikle altın arayışı bittikten sonra bir esprisi kalmamış, dolayısıyla pek gelişmemiş kasabalar için kullandığı ghost town benzetmesi nüfusu sadece 200 olan Coulterville için cuk oturuyor. Daha önce gördüğümüz Virginia City kadar renkli ve otantik değilse de küçük ve şirin bir kasaba Coulterville. Tek bir ana cadde üzerinde birkaç dükkan ve kafenin dışında bir de müzesi var.

Tarihi Hotel Jeffery
Coulterville Müzesi
Coulterville Müzesi
Altın madenlerinde kullanılan yük vagonu Whistling Billy
Tarihi Coulterville'de ana cadde
Farlardaki sorunun elektronik aksamdan kaynaklandığını ve kendisinin yapabileceği bir iş olmadığını söyleyen tamirciye zahmetinden dolayı teşekkür edip vedalaştıktan sonra yeniden yola çıktık. Bir süre karanlığa kalmadan idare etmeye çalışıp Los Angeles'a vardığımızda tekrar bir tamirciye göstermeyi düşünüyoruz. Umarım araba başımıza daha başka dertler açmadan yolculuğumuzu tamamlama fırsatı bulabiliriz.

Coulterville'den sonra yeniden okyanus kıyısına doğru hareket ettik. İstikamet Monterey'di. John Steinbeck'in hayatını geçirdiği, Sardalye Sokağı'nda insanlarını, konserve fabrikalarını anlattığı Monterey. Şehir merkezinin biraz dışında bulunan motelimize yerleşip Sid'i bıraktıktan sonra otobüsle Old Fisherman's Wharf'a geldik. Monterey State Historic Park civarında gezip geldiğimiz saat itibarıyla müzeler kapalı olduğu için denizin kıyısındaki parktan Cannery Row'a doğru yürüdük. Monterey kıyılarını mesken tutan ve nesli tehlikede olan deniz samurlarını suda oynarken gördüğümüzde çok sevindik. 'Sardalye Sokağı' elbette Steinbeck'in anlattığından çok farklıydı artık. Ama yine de Doc'un geçmişten olduğu gibi kalan laboratuvarını gördüğümde heyecan duymadım değil.

Golden Chain Highway ve ötede McClure Gölü
Monterey sokaklarında rastladığımız artistik bir sinema
Şehir merkezindeki müze parkından
'Dünyanın sardalya başkenti Monterey'de balıkçılık' konulu duvar süslemesi
Monterey'in tarihi iskelesi Old Fisherman's Wharf
Monterey Körfezi
Sevimli deniz samuru
"Biz bi' dalıp gelelim"
Sardalya dalgıçları anıtı
Monterey Konserve Fabrikası 
Günümüzde 'Sardalye Sokağı'
Cannery Row'da bir tanıdık
Steinbeck'in romanında geçen yerler
Doc'un laboratuvarı
Steinbeck Plaza
Cannery Row'un sonuna kadar yürüyüp Kuzey Amerika'nın en büyük akvaryumlarından biri olan Monterey Bay Aquarium'u geçtikten sonra muhteşem evlerin arasından deniz kenarına indik ve sahilde çok hoş bir sürprizle karşılaştık. Ardından iskeleye geri dönüp bir şeyler atıştırdık ve başlayan yağmurla birlikte ıslanmamak için koşarak otobüs durağına gittik. Durakta yanımıza oturan akli dengesinden pek emin olmadığımız bir teyzenin sürekli tacizine uğrayarak 40 dakika kadar bekledikten sonra gelen otobüse atlayıp otelimize döndük.

Sahildeki sürprizler
Birbirinden şirin foklar
Monterey iskelesi
İskele menüsünden

28 Haziran 2012

Yosemite

'Yosemite' ismini ilk, Bugs Bunny'nin kısa boylu, bahtsız, asabi, kızıl sakallı düşmanı Yosemite Sam ile duyduğumda daha çocuktum. Coyote'den sonra en çok üzüldüğüm, acıdığım kötü karakterdi Yosemite Sam. Adını aldığı parkı hep merak eder, içinde kendisi gibi kovboyların yaşadığını hayal ederdim. Bu yüzden de Yellowstone'dan sonra en çok görmek istediğim parklardan biriydi Yosemite Ulusal Parkı.

Oakland'dan sabah erkenden yola çıkıp önce geceyi geçireceğimiz Coulterville'deki otele Sid'i ve çantaları bırakacak, oradan da parka hareket edecektik. Öyle de yaptık. Fakat Coulterville ve kaldığımız otel bizi öylesine şaşırttı ki -buna yarın değinirim- yolun ikinci kısmına çıkmak için biraz geç kaldık. Üstüne bir de Yosemite yolu epey virajlı çıkıp da yavaş sürmek zorunda kalınca parkı gezmeye ayırdığımız vaktin çoğu yola gitmiş oldu.

Ünlü Amerikalı doğa bilimci John Muir'in uzun uğraşlar sonucu ulusal park olarak tescil ettirmeyi başarıp insanlığa armağan ettiği Yosemite Ulusal Parkı ilk defa 1851'de bir grup beyaz asker tarafından keşfedilmiş. Görevleri Yerlileri yerinden yurdundan etmek olan bu askerler kayaları, şelaleleri, vadileriyle büyüleyen bu parka, Yerlilerle aralarında geçen diyaloğa dayanarak kabilenin adının 'Yosemite' olduğu çıkarımında bulunup bu adı vermişler. Vadilerinden kovulan bu Yerlilerin aslında Ahwahneechee'ler olduğu ve Ahwahneechee dilinde yosemite'nin 'katil, korkulacak insan' anlamlarına geldiği çok sonra anlaşılmış. Diyaloğun içeriği az çok anlaşılıyor bu hikayeden.

Parka girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken kalabalık oldu. Ne yana başımızı çevirsek insan doluydu. Bunda yaz dönemi olmasının yanı sıra parkın Kaliforniya sınırları içinde yer alması da etkili sanıyorum. Önce boş bir piknik masası bulup ne zamandır boş olan midelerimize birer sandviç gönderdik sonra da Yosemite'nin en güzel şelalelerinden Bridalveil'e gittik. Yerliler 188 metre yükseklikten dökülen bu şelalenin buğusunu içine çekenlerin evleneceklerine inanırmış. Biz zaten evli olduğumuz için bu miti test etme şansımız yok.

Bridalveil Falls
Ardından Vernal Şelalesi'ni görmek için Mist Trail patikasını tırmandık. Son derece dik olan bu patikada ara ara mola verip Yosemite Vadisi'nin nefes kesen manzarasını seyrettik. Şelaleye vardıktan sonra vaktimiz giderek azaldığı için John Muir patikasına devam etmeyip buradan geri döndük.

Happy Isles
Mist Trail'den Yosemite Vadisi
Vernal Falls
Mist Trail'de Yosemite'nin kayalıkları
Hava kararmaya başladığında, geldiğimiz yolun ne kadar zikzaklı olduğunu da hesap ederek, ziyaretimizin sonuna geldiğimizi anladık. Bu da Mirror Lake'i, El Capitan'ı, Half Dome'u, Glacier Point'i göremeden Yosemite'ye veda etmemiz gerektiği anlamına geliyordu. Akşamla birlikte insanlar kamp alanlarında mangallarını yakmış, portatif televizyonlarının karşısına kurulmaya başlamışlardı. Daha erken gelemediğimize üzülüp son bir çabayla Yosemite Şelalesi'ni de görerek parka buruk bir şekilde veda ettik ve dönüş yoluna girdik. Fakat kararan havayla birlikte anladık ki farlarımız çalışmıyor. Parkın içinde uzunları açmak da karşı yönden gelenleri rahatsız ettiğinden sis lambalarıyla idare etmeye çalıştık. Zifirî karanlıkta GPS'in de azizliğine uğrayarak onlarca mili yanlış gittiğimizi anladığımızda saat gece yarısını vurmak üzereydi. Ara ara uzunları açıp yavaş yavaş ve karşımıza çıkacak her türlü hayvanata karşı temkinli bir şekilde giderek oldukça geç bir saatte yorgunluktan bitap bir vaziyette otele ulaştık. İki gece önceki Oakland Köprüsü maceramızın kendi hatamızdan değil far arızasından kaynakladığını da böylece anlamış olduk.

Merced Nehri
Bu yorgunluğun üstüne yatmadan önce bir iki biranın iyi gideceğini düşünüp o anda Coulterville'de açık olan tek bara girdik. Barda müşteri olan bir kişi, bir de orta yaşın üzeri bir barmen vardı. Birer bira söyleyip barmenin ikramı yer fıstıklarını kabuklarını bir tabağa toplayarak iştahla bitirdik. Tabağı boşaltmak için çöp kutusu gibi bir şey aradığımızı anlayan barmenin tabağı elimizden alıp "Biz burada böyle yaparız" diyerek kabukları yere atmasıyla neredeyse sabahı edecek bir sohbete başladık. Televizyonda başrollerini Jeremy Irons ve Viggo Mortensen'in oynadığı bir western [Appaloosa] vardı. Gecenin o saati filmler ve silahlar hakkında konuşurken barmen hayatını, geçmişteki uyuşturucu bağımlılığını, yolculuklarını, Coulterville'i, kaldığımız tarihi otelin hikayesini anlatmaya başladı. Karşımızda Easy Rider'ı bizzat yaşamış bir insan vardı. Karşılıklı anılarımızı paylaştığımız sohbetin bir yerinde konu ABD-Türkiye ilişkilerine geldiğinde, bu görmüş geçirmiş barmenimizin diğer Ortadoğu ülkeleri içinde Türkiye'yi 'iyi bir müttefik' olduğu için sevip de Türkiye'de elektrik ve McDonalds olmasına şaşırmasına gülüp geçtik. Memlekette o hep bahsi geçen "yurtdışında zedelenen itibar"a konu olan "itibar"ın zaten olmadığını artık biliyorduk. Uzun ve keyifli bir sohbetin ardından dükkanı kapatacak olan barmenle vedalaşıp perili otelimize döndük. Ha, onu da yarın anlatacağım.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...