Pages

24 Ekim 2011

Üşüyoruz Reis

Hava artık bizim için kış normallerine indi. Ama bu Amerikalıları anlamak mümkün değil. Hâlâ sandalet ve tişörtle gezenler var. Hatta hava koşullarına ayak uydurmuş gibi yapıp, ayaklarına sandalet, bacaklarına şort, üstlerine de mont giyenler var. Veya tişört giymesine rağmen kafasında bereyle dolaşanlar. Onları gördükçe daha çok üşüyorum. 

Daha önce Amerika'da bulunmuş arkadaşların "Amerikalılar evleri sıcaktan bayıltana kadar ısıtıyor" yönündeki deneyimlerinin bir mit olduğunu acı da olsa anlamış bulunuyoruz. Zira donuyoruz. Ne yazık ki yönetim evleri yeterince ısıtma taraftarıymış gibi görünmüyor. Kaloriferlerimiz yeni yeni faaliyete geçmekle birlikte sadece günde üç kere en fazla yarım saat yanıyor ve günün geri kalanında donuyoruz. Tam da ev sahibi-kiracı sorunlarımızı Türkiye'de bıraktığımızı düşünürken burada da enerjimizi tüketecek bir ev sorunu bulduğumuz için şansımıza ne kadar sövsek az.

Allahtan arada bir güneş kendini gösterip içimizi ısıtıyor da kendimize geliyoruz. Böyle zamanlarda güneş ışığından mümkün olduğunca faydalanmak için dışarı çıkıyoruz. Ayaklarımız bizi hep Lincoln Park'a ve göle götürüyor.
Lincoln Park
Lincoln Park

Never too old to rockBazen de saatlerimizi geçirdiğimiz plak dükkanlarına. Şimdiden çeşitli yaşanmışlıkları (Bilge bu sözcüğü çok seviyor!) olan yedi albümümüz oldu. İçinde orijinal posteri hâlâ duran Pink Floyd'un TDSOTM albümü Bilge'nin gözdesi. Bakıp bakıp plakçalarda dinleyeceği günleri sayıyor. 



16 Ekim 2011

Ülkemden Uzakta Bir Film Festivali


Ankara'da doğayla olan etkileşimimiz evdeki tembel kedi, gri güvercinler, sokak kedileri ve köpekleri, yazları sıcaktan kaçmak için yolunu şaşırıp evimize giren kertenkeleler ve arada bir rastladığımız hamam böceklerinden ibaretken Chicago'da deyim yerindeyse doğayla iç içe yaşıyoruz. Evdeki tembel ve giderek şişmanlayan kediye ek olarak, ağaçlarda kuş nüfusunu neredeyse alt edecek çoğunlukta bir sincap sürüsü, akşamları kaldırımda beliriveren fareler, çimlerin üzerinde zıp zıp zıplayan tavşanlar, daha önce görmediğim renkte besili güvercinler, martılar, evde arada bir rastladığımız ve Sid'in deli gibi kovaladığı kırkayaklar, komşuların susmak bilmeyen cins cins köpekleri...
2011 Uluslararası Chicago Film Festivali

Bu renkli hayatımıza daha da renk katmak için Chicago soğuklarının yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı şu günlerde Uluslararası Film Festivali'nde birkaç film yakalayalım dedik (İngilizcesi to catch a movie). Tercihimizi Türk filmlerinden yana koymamızda son zamanlarda iyiden iyiye hissetmeye başladığımız memleket hasretinin payı da olmuştur muhakkak ama Nuri Bilge Ceylan'a haksızlık etmek istemem. Filmi gözlerim dolu dolu izledim. Kırıkkale, bozkır, içinden akan ipince dereler, o derelere yuvarlanan elmalar bile gözümde tüttü. Hele Ahmet Mümtaz Taylan o sıcacık bazlamadan bir parça kopardığında sanki benim içimden bir parça koptu. Şöyle tandırdan yeni çıkmış olsa, içine de mis gibi tereyağı sürsem...

Her şey bir yana, Nuri Bilge Ceylan'a ve gözlem yeteneğine bir kez daha hayran oldum. Katili, komiseri, savcısı, doktoru, askeri, muhtarı ile bir Türkiye anatomisi ortaya koymuş. En büyük ironi ise filmin "bir zamanlar"ı değil aslında günümüz Türkiyesini yansıtıyor olması. Ama ne yazık ki bu gerçeklik/doğallık yüzünden film yabancı izleyiciler için herhangi bir Avrupa filminden farklı değil, çünkü onlar için dünyanın bir ucunda, yozlaşmış bürokrasileriyle boğuşan fakir insanların yaşadığı küçük bir kasabada geçen, gereğinden uzun anlatılmış (Chicago Reader'ın film eleştirmeni dayanıklılık testi demiş) bir olaydan ibaret. Halbuki her bir diyalog, her kare sonuna kadar taşıyor filmi Türk izleyicisi için. Mükemmel oyunculukların bunda çok büyük katkısı var elbette. Özellikle Ercan Kesal'ın.

Türk yönetmenli Alman yapımı Almanya-Willkommen in Deutschland sıkılan Amerikan izleyicisini memnun eden bir Türk filmi idi. Marvelous! diyerek salondan çıkmalarını filmde göçmenlik konusunun işlenmesine ve anlatım tarzı olarak Hollywood sinemasına benzemesine bağlıyorum. İzlerken (bir Almancı olarak) her ne kadar kendi hayatımdan parçalar bulsam da filmden vasat oyunculuklar ve sakil duran hikaye yüzünden tam tat alamadım. Tabi yol kenarı et lokantasında yenen kebapları kıskanmadım değil.

İzlediğimiz bu iki filmle özlememizin dindiğini söyleyemem. Neyse ki yanımızda Neşeli Günler, Süt Kardeşler, Tosun Paşa, Her Şey Çok Güzel Olacak, Hababam Sınıfı, Aşık Oldum gibi dönüp dönüp izleyeceğimiz filmleri getirmiştik.

9 Ekim 2011

Renkli Kanatlar Müzesi

Chicago'nun dengesiz sonbahar hava koşullarında bir giyinip bir soyunduğumuz şu günlerde Kasımla birlikte kış uykusuna girmeden önce yapılacak en güzel şeyin kendimizi dışarı atmak olduğuna karar verdik ve, yine Lincoln Park'ın içinde yer alan, Doğa Müzesi'ne gidelim dedik.
Peggy Notebaert Doğa MüzesiSonbahar bu şehre gerçekten çok yakışıyor. Yere dökülen yapraklara bastıkça çıkan hışırtıya otoyolun gürültüsü karışsa da kırmızı sarı yapraklarla kaplı kaldırımların yarattığı manzaranın seyrine doyum olmuyor. Gerçi 27 derece sıcakta üstümüzde tişörtlerle bu manzarayla uyumlu olduğumuz pek söylenemez.

Ömrü sadece beş gün olan dev güve
Ömrü sadece beş gün olan dev güve









Peggy Notebaert Doğa Müzesi'nde en göz alıcı sergi Butterfly Haven. Burada dünyanın çeşitli yerlerinden zarflar içinde gönderilen egzotik kelebek krizalitlerinin uygun ısı ve ışık altında kelebeğe dönüşmeleri sağlanıyor ve bu kelebekler tropik iklim koşulları sunulan bir ortamda serbest bırakılıyorlar. Kışın ısınmak için bu müzeyi sık sık ziyaret etmeyi düşünüyorum.

Kelebeklerin dışında Chicago'nun doğal habitatında yaşayan çok acayip kaplumbağalar ve sürüngenler gördük müzede. Bunlar göl kenarındaki sazlıklarda ve göle dökülen kanallarda yaşayan hayvanlar. Ama müze koleksiyonunun en büyük bölümünü oluşturanlar bir zamanlar Chicago ve civarında yaşamış ancak nesli tükenmiş hayvanların antika değeri taşıyan doldurulmuş cansız sergileri.
Lincoln Park'tan Chicago downtown


Yürüyerek göl kenarına vardığımızda akşam olmak üzereydi. Artık son sıcaklarını yaşadığımız Chicago'nun şehir merkezi sağımızda, karşımızda göl, arkamızda sonbaharın renklerine bürünmüş park. Bu manzaraya bakınca Ankara daha bir çölleşiyor gözümde.
Nereye bakıyor bu adamlar
Nereye bakıyor bu adamlar

8 Ekim 2011

Bedava Hayvanat Bahçesi

Chicago Hayvanat Bahçesi - AslanParayı verenin düdüğü çaldığı, kapitalizmin beşiği Amerika'da ücretsiz bir hayvanat bahçesi var, üstelik Chicago'da: Lincoln Park Zoo. Michigan Gölü'nün hemen yanında, kapladığı 490 hektarlık alanıyla, New York'taki Central Park'tan çok daha büyük bir şehir parkı olan Lincoln Park'ın içinde yer alıyor.



Chicago Hayvanat Bahçesi - Leopar
Bir hayvansever olarak, her ne kadar yaşam koşulları mümkün olduğunca vahşi doğaya uyarlanmış olsa da hayvanların bir eğlence aracı, vitrin süsü gibi kafesler ardına kapatılmasına sıcak bakmıyorum. Ne var ki yatırım yapılan ve iyi bakılan Lincoln Park Zoo gibi hayvanat bahçelerinde hayvanların durumu AOÇ Hayvanat Bahçesi'nin içler acısı haldeki hayvanlarına kıyasla daha iyi oluyor. Üstelik doğada nesli tükenmekte olan hayvanların üremesine de önayak olabiliyor. Yine de, hayvanların da insanlar gibi birer yeryüzü sakini olarak kabul edilip rahat bırakıldığı bir dünya hayal ediyorum.
Camın ardındaki goril
Camın ardındaki goril

Chicago Hayvanat Bahçesi - Zürafa
Lincoln Park Zoo'da en ilginç olan yer kuşların bulunduğu bölüm. Burada kuşlar büyük sayılacak kapalı bir alanda ziyaretçilerin arasında serbestçe gezip uçabiliyorlar. Maymuna fıstık atıp sigara veren zihniyetteki insanımız burayı görse, diyorum içimden, herhalde bir iki kuşu kaptığı gibi montunun cebine sokup eve götürürdü.
Hayvanat bahçesinin en mutlu sakini
Hayvanat bahçesinin en mutlu sakini

7 Ekim 2011

TACA TACATA

Yerleşme telaşımız nispeten azaldıktan sonra sıra yapmaktan en keyif aldığımız işe gelmişti. Konsere gitmek. Onca alternatif arasından Turkish American Cultural Alliance (TACA)'nın düzenlediği Türk Klasik Müziği konserini seçmemizin elbette bir nedeni vardı. Türkleri bulmak. Zira geldik geleli bir tane bile Türk'e rastlamadığımız koca Chicago'da ara sıra bir araya gelip memleket hasreti giderebileceğimiz birkaç soydaşımız olsa iyi olur diye düşündük.

Elimizde biletlerimiz, konserin verileceği Old Town School of Folk Music'in kapısından heyecanla içeri girerken beklentimiz sıcak bir karşılama, hatta belki hasretle kucaklamaydı (itiraf ediyorum köklerinden son derece bağımsız yaşayan ben bile arada okyanus aşırı bir fark olunca insanımı özledim). Velakin manzara tamamen farklıydı. Gülümseyerek etrafa bakarken yaş ortalaması hayli yüksek Amerikalı Türklerin arasından organizasyon komitesinden bir muhatap bulmaya çalışmakla geçen on dakikanın sonunda resepsiyonun başlayacağı saate kadar bir köşeye oturmayı tercih ettik.

Bürokrasinin ağır toplarıymışçasına arz-ı endam eden ve selamlaşıp sohbete başlayan Türk seyirci kitlesinin arasında saçını beyaz plastik çatalla toplamış bir hanımefendi dikkatimizden kaçmadı. Mevcut kitle ile kaynaşamayacağımızı anlayıp o gece için Türk içkilerinin satışını yapan büfeye ilerledik. Sofra şarabından hallice bir Kavaklıdere şarabına 5'er dolar ödeyip köşemize çekildiğimizde resepsiyonun başladığı uyarısıyla ilgili salona yöneldik. Ne zamandır yemediğimiz zeytinyağlıların, böreklerin, tatlıların hayaliyle tutuştuğumuz için bu resepsiyonu gözümüzde çok büyütmüştük. Amerikan damak zevkine uyarlanmış mezeleri buna da şükür deyip mideye indirdik.

Lamajamal grubu ile klarinetçi Jim Stoynoff'un çeşitli semai, karşılama ve taksimlere yer verdiği konserin ilk bölümünde zirve şehnaz longa oldu. Tosunpaşa'yı hatırladıkça memleket özlemi depreşmedi değil.



Konserin ikinci bölümü Türkiye'de ziyadesiyle güzel seslerden defalarca dinlediğimiz şarkıların TACA korosunca -üzgünüm ama- oldukça vasat icraasını izlemekle geçti. Yine de Türkçe duymak, dinlemek, yemek, geldiğimiz günden bu yana uyum sağlamaya programladığımız zihnimize ve bedenimize iyi geldi.

5 Ekim 2011

Amerika'da Araç yada Aracı Olmadan Eve Yerleşmek


Bir kat daha var
Bir kat daha var
Zor oluyormuş. Queen size (çift kişilik) bir yatağı elde beş blok taşımak gerektiğinde anlıyorsunuz. Gelip geçen Amerikalılara da epey malzeme oluyorsunuz tabi. Yatağı kapıya kadar getirmekle iş bitmiyor bu arada, iki kat da yukarı çıkarmak gerekiyor. İlk hamallığımız yatakla başladı vesselam.

Yatak işini halletikten sonra en önemli kalem internet. Zira ucuz/uygun mobilya bulunabilecek tek yer orası. Amma velakin, F1/F2 öğrenci vizesi sahiplerine sosyal güvenlik numarası vermeyen ABD Hükümeti nedeniyle o iş o kadar kolay olmuyor. Dünyayı dolaşmanıza yarayan pasaport, yeterli bir kimlik olarak kabul edilmiyor. Dolayısıyla kimliğinizi teyit ettirmek için internet hizmeti alacağınız şirketin (bizde Comcast) merkezlerinden birine gidip "İşte geldim burdayım" demeniz ve depozito ödemeniz gerekiyor. Neyse ki bu prosedür elektrik (ComEd) ve ocak gazını (Peoples Gas) üzerimize almaya çalışırken yaşadığımız kabustan daha kısa ve acısız sürdü. Nitekim eve yerleşeli dört hafta olmasına ve çektiğimiz onca ehliyet, vize, okul kimliği fakslarına rağmen hala ocak gazını üzerimize alamadık.

İnternetin bağlanmasını takip eden gün craigslist'ten birkaç parça eşya bulduk (masa, sandalye, sehpa, vs). Ancak araba veya arabası olan bir tanıdık olmayınca eşyayı eve nasıl getireceğimizi kestiremiyorduk. İkimizin de U-Haul kamyoneti kiralayacak kadar şoförlük deneyimimiz olmadığına göre, eşyaların bulunduğu evin de yakınlığını göz önünde bulundurarak, yine kola kuvvet bir plan yaptık ve eşyaları satan Guillio ile buluştuk.

O bir melekti. O bir Venezuela/İtalya ortak yapımıydı. İtikadı sağlamdı. İşini kaybedip ülkesine dönmek zorunda kalan Arjantinli arkadaşının eşyalarını onun adına satıyordu. "Amerikalarda göçmen olmak ne demek iyi bilirim, sizi karşıma Allah çıkardı" dedi ve 4x4'üyle, aldığımız bütün eşyaları evimize kadar birkaç sefer yapıp getirdi, hatta içeri taşımamıza yardım etti. Bu yardımı bize Mişmiş'te özenle seçerek yaptırdığımız bir paket karışık kuruyemişe mal olsa da en azından başımız sıkışınca arayıp yardım isteyebileceğimiz bir tanıdık kazandırdı şu Chicago ellerinde.

Şu hayatta kedi olmak varmış
Şu hayatta kedi olmak varmış

Elbette eşya ihtiyacı olan sadece biz değildik. Bu konuda da varlığını Türkiye'de çok arayacağım Petco imdadımıza yetişti.

Chicago çok sayıdaki metro ve otobüs hatları sayesinde toplu ulaşımın kolay ve rahat olduğu, araba almadan da idare edilebilecek bir şehir. Ancak market alışverişi o kadar kolay değil. Özellikle büyük bir alışveriş yaptıysanız. Bu sorunu Türkiye'deyken Migros Sanal Market sayesinde çözüyorduk. Buradaki çözümümüz ise market arabası almak oldu. Her ne kadar bir gün yolda giderken dağılıverecekmiş gibi görünse de şimdilik yaptığımız alışverişin ayağını yerden kesiyor.

Market arabamız

Koltuk keyfi
Koltuk keyfi
Evimizin son elzem parçası olan koltuğu ise ancak üç hafta sonra alabildik. İkea, Walmart gibi mağazaların toplu taşımayla ulaşılması zor/imkansız yerlerde olması ve neredeyse koltuk fiyatına eve teslimat yapmaları nedeniyle bu ihtiyacımızı da craigslist'ten karşıladık. Taşıma işini de craigslist'ten bulduğumuz, kendi kamyonetiyle evden eve nakliyat yapan Meksikalı Daniel ile hallettik. Türkiye'nin yerini haritada gösteremeyecek milyonlarca beyaz Amerikalının olduğu bir ülkede Türkiye ve futbol üzerine sohbet ettiğimiz mavi yakalı bir Meksikalı bulmak bizi şaşırtmadı değil. Dur bakalım neler göreceğiz daha.

3 Ekim 2011

Otelde Bir Hafta

İlk birkaç gün, jetlag'in etkisiyle tavuklar gibi erkenden yatıp sabah kargaların kahvaltısına uyanarak geçti. Oldukça iyimser bir tahminle en fazla 2 günde ev bulmak istiyorduk, zira otele ne kadar az para bayılırsak kârdı. Gelmeden önce birkaç emlak acentesi belirlemiş, biri ile de Cumartesi günü için randevulaşmıştık. Karşımıza çıkan tecrübesiz, yeni yetme acente görevlisi bizi baktığımız muhit için Lakeview şubesine şutlayınca o günü şehir merkezini tanımakla geçirdik.

Ertesi sabah Lakeview'a gitmek üzere Red Line metrosuna bindik. Bu hat için temizlik ve güvenlik konusunda okuduğum onca olumsuz şeyden sonra tırsmadan seyahat etmek imkansızdı. Nitekim birkaç durak sonra, açıp göstermesinden şortunun paçasından sarkan şeyin belindeki baltanın sapı olduğunu anladığımız, kendi kendine konuşan arıza bir adam bindi. Tam bize yaklaşıp "Do you know what's beyond sanity?" şeklinde hayatın anlam ve önemini sorgulayan bir soru yöneltmişken cevap veremeden inmek zorunda kaldık. Bu deneyimimiz ev bakacağımız muhitlere yönelik genel düşüncemizi yeniden şekillendirmemizde çok faydalı oldu, orası ayrı.

Yapışkan emlakçı, satıcı sadece Türkiye'de olmuyormuş bu arada. Kabusumuz oldu Orrin. İki sefer yoldan geri çağırdı başka bir ev daha buldum diyerek. Son evi de beğenmeyince "Bunun nesini beğenmedin lan!" diyecek oldu ama komisyonunu yakmak istemedi herhalde. Yine de, Chicago'da kira için ayırdığımız bütçenin ne türde evleri karşılayacağını ve beklentilerimizi gözden geçirmemiz gerektiğini anladık sayesinde.

Dördüncü gün, otelin önündeki caddenin köşesinde, kaldığımız son güne kadar kahvaltı için müdavimi olduğumuz bir Dunkin' Donuts ile bagel with cream cheese'i keşfettik. O gün Amerikalıların İşçi Bayramı olduğundan her yer kapalıydı. Emlakçılar da. Mecburen downtown'ı turlama turumuzla devam ettik.
Millenium Park
Millenium Park
Beşinci gün de şansımız yaver gitmedi. Artık ev olsun bizim olsun moduna girmiştik. Sid de eski şaşaalı günlerine dönüyordu 20 metrekarelik otel odasında. Bu yüzden altıncı gün görüşmeye gittiğimiz emlak acentesinden Matt'in gösterdiği evlerden birine atladık. Bizim için en önemli kriter artık Brown Line'a yakınlık olduğu için bu ev beklentimizi karşılıyordu. Ofise dönüp başvurumuzu yaptık ve heyecan içinde, evi kiralayan şirketten kabul almayı beklemeye koyulduk. 

Moğollar - Hediyesi $36.99
Hediyesi $36.99
Günler sonra ev bulabilmiş olmanın verdiği neşe içinde kendimizi bir müzik dükkanında bulduk. Paranın satın alabileceği pek çok şeyden biri olan eski plaklara ağzımız sulanarak bakarken Moğollar'a ait bir 33lük bulmak inanılmazdı. 

Yedinci gün Matt bizi arayıp tebrik etti ve gidip kontratı imzalayacağımız adresi tarif etti. Nerede ev sahibiyle emlakçının sigaradan sararmış koltuklarında oturup ikram ettiği çayı yudumlarken el sıkıştığımız Türkiye, nerede kurallar ülkesi Amerika. 

Sekizinci gün bir aylık kirayı resepsiyonuna bıraktığımız otelden ayrılıp dört valiz, bir sırt çantası ve bir kedi ile taksiye atlayıp evimize geldik. Bizi kapıda evi kiralayan şirketten, bir hayli gay olduğunu sandığımız bir abla karşıladı.

2 Ekim 2011

Kediyle Amerika'ya Yolculuk

Kedimizle birlikte Chicago'ya geleli tam bir ay oldu bile. Şu anda koltukta fosur fosur uyuyan tüy yumağına baktıkça yaşadığımız onca panik ve telaşın boşuna olduğunu anlıyorum. Sid (a.k.a. Syd) herkese göre "dünyanın en şanslı" kedisi. Ama asıl biz şanslıydık, ufak tefek gerilmelere rağmen 15 saatlik yolculuğu tamamladığımızda. Bunda İstanbul aktarması sırasında ve Chicago uçağında Sid'in ağzına teptiğim 2 cc sedapetin etkisi de var muhakkak.


Yurtdışına çıkış prosedüründen bahsetmek gerekirse, bürokrasiye giriş dersi gibi: İlçe belediyesinden menşe şehadetnamesi almak, ardından yurtdışına çıkmadan en çok 2 gün önce bu belge, kedi ve 40 TL ile birlikte İl Tarım Müdürlüğüne gidip damgalı mühürlü yurtdışı çıkış belgesi almak, son olarak da çıkış gümrüğündeki görevlilere bu belgeyi ibraz etmekle bittiğini zannediyorsanız, THY'nin kabin içi evcil hayvan taşıma kurallarından ve 150 dolarlık kabin ücretinden hiç bahsetmeyeyim. Ha Avrupa aktarmalı uçuşlarda ilgili ülkenin transit ücreti (euroları hazırlayalım) uyguladığını da bilmek istemezsiniz herhalde.


ABD evcil hayvanlarda girişten en az 1 ay önce yapılmış kuduz aşısı arıyor sadece. Biz neme lazım diyerek iç dış parazit, kuduz, karma, Allah ne verdiyse vurdurup hayvanı kevgire çevirdik son 2 ayda. THY'nin 6 kg kotasından dolayı bir süre diyet uyguladık ve bulabildiğimiz en hafif çantayı aldık. Lakin bunca hazırlığa rağmen olay bizim için yeni başlıyordu, zira Sid'i tanıyoruz. Kendisi hiperaktif, bizon gibi böğüren, sprint ve yüksek atlamada rakipsiz bir kedi olduğundan bu yolculuk bizim için giderek tırmanan bir gerilim yaratıyordu.


Esenboğa Havalimanı'nda omzumda çanta, içinde 5 kilodan ağır bir kediyle voltalarken daha yolun başındaydık. Sid uçakla, kabinle ve kabin basıncıyla henüz tanışmamıştı. Binmeden önce tuvalette ilaç verme teşebbüsüm pek başarılı geçmemişken İstanbul uçağına bindik. Havalanmamızla Sid'in çantada tepinmeye başlaması bir oldu. Öyle ki çantanın fileli kısmına geçirdiği tırnaklarıyla kendisine kaçacak bir delik bile açtı. Bu arada uçak İstanbul'a inmese tam bir Airplane! seyri yaşatabilirdik yolculara. 


Yara bandıyla tedavi gören çanta
Yara bandıyla tedavi gören çanta
İstanbul'da ilk işimiz gümrükten geçip derhal bizim oğlana sakinleştiriciyi dayamak oldu. Ankara'daki veterinerimiz telefonda "bol şans" diledi ve neredeyse vazgeçmek üzereyken Sid'in üçüncü göz kapağı düşmeye başladı. Sakinleştirici etkisini gösteriyordu. Çantayla ilgili gerekli önlemleri alıp bir cesaret Chicago uçağına bindik.

Otelde ikinci gün
Otelde ikinci gün








Ve 2 Eylül 2011 günü, yerel saatle 15:30 gibi Chicago O'Hare Havalimanı'na indik. Son derece kolay ve sorunsuz bir girişten sonra otelimize vardık. Otel yetkililerinden kullan-at kum kabı isteyip Sid'in saatlerce tuttuğu çişini yapışını keyifle izledik. Otelde kaldığımız bir hafta boyunca (bu ayrı bir post konusu) giderek eski rutinine kavuşmasını ise kaygıyla izledik. Zira ne doymak biliyordu, ne susmak. Neyse ki atılmadan kendi rızamızla otelden ayrıldık.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...